Cuma, Mart 29, 2024
Ana Sayfa Blog

Zargistal Yaylasının Ayşeleri

0

Zargistal Yaylasının Ayşeleri

Eskiden(1930-1970) Yolculuk başlamadan önce Hava koşulları tahmin edilerek derelerde olan su miktarı, yollarda oluşan çamur balçıkları göz önünde bulundurularak yol güzergâhları belirlenirdi. Göç’e genel olarak gruplar halinde gidilirdi.   Yayla yolculuğu sabaha karşı 03:00 gibi yayla yüklerini katırları olanlar katırlarına olmayanlar sırtlarına alarak ineklerle beraber Raşot vadisinden dağın puarı denilen yerden Senoz vadisine geçilirdi. Oradan Kaptanpaşa’ya inilir, eğer yolcu kafilesinde sorun varsa, Kaptanpaşa’da tanıdık evlerde bir veya iki gün kalınırdı. Bu yollarda mutlaka sorunlar çıkmakta idi. Patika yolların dik ve kötü olması nedeniyle Bazen hayvanlar yuvarlanarak telef oluyordu veya bazı inekler yorulduğu için yola yatar bir daha kalkmazdı göç kervanında olan bir kişi ö gece orada ateş yakarak ineği beklerdi. Sorun yoksa uzun dere yoluna devam edilerek Cağaka gelinir. Burası Ana aktarma merkezi idi, insanlar yorulduğu için yüklerinin bir bölümünü buraya bırakırdı. Buradan yol ikiye ayrılır genelde Zargistal Yaylasına gidenler yol durumuna göre Haçipos yönüne giderek oradan dere geçildikten sonra dağ yolundan Zargistal yaylasına çıkarlar. Yada Kanlıpos güzergahından aşağı gorobni ve yukarı gorobniden yaylaya çıkarlardı.  Gundehan yaylasına gidecekler Cağak tan direk dağ yoluyla kanlı pos mevkiini geçerek horoz yokuşundan sonra Gundehan yaylasına varırlardı. Her iki yaylaya da bir aksilik çıkmaması durumunda yaklaşık 15-18 Saat’te gidilirdi. Yaylaya yolculuğuna “Yayla göçü” denirdi. Yayla göçüne ailede bulunan tüm bireyler katılırdı. Her bireyin sırtında kilometrelerce taşıdığı yemek kapları, un, tuz, şeker, gazyağı ve benzeri yükler olurdu. 

2000 li Yıllarda Zargistal Yaylasında 6 tane Ayşe ninemiz vardı;
Ayşe Karakaş: Benim Anneannem 2011 yılında vefat ederek Ayşelerin sayısını 5’e indirdi. 
Ayşe Yıldırım: Homun Ayşe derler, eşi erken yaşta vefat ettiğinden büyük bir çalışma azmi göstererek 11 çocuğunu kimseye muhtaç etmeden yetiştirmiştir. Ciddi yapılı bir aile reisi idi. Ayni zamanda yengemin Annesidir.
Ayşe Yıldırım: Osman Yıldırımın eşi Dedemin kız kardeşidir, otoriter Osmanlı kadını idi.
Ayşe İpekçi: Fevzi İpekçinin eşi olan ninemiz, Şaban Karakaş’ın ablası, babamın halasının kızıdır.
Ayşe Turan: Yunus ve Haydar Turanın annesi, Mustafa ve Ali Petekçinin kayın validesidir.
Ayşe Karakaş: Atölyeci Ali Karakaş’ın eşi namı değer deli Ayşe, yayla denince akla gelen ilk isim, gençlik yıllarında sığırları çobanlarken çift tabanca taşıyan ninemiz. Zargistal yaylasına gidenlerin yolu o yayladan geçen hemen hemen herkesin tanıdığı, misafir perverliğin  kitabını yazmış kadın.
Bu ninelerimiz yaylanın neşesi idi, hepsinin aynı ve ayrı ayrı özellikleri vardı. Yıllar ilerledikçe ataları gibi Ayşeler de teker teker ebedi aleme göç ederek Yaylayı kimsesiz bıraktılar.

İslam BİLGİN

Doç Dr Fahrettin YAĞCI

0

Doç Dr Fahrettin YAĞCI

1944 yılında Raşatta doğdu İlk, orta ve liseyi eğitimini İstanbul’da yaptı. 1968 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu.

 1969’da Milli Eğitim Bakanlığı bursu ile gittiği İngiltere’de London University School of Oriental and African Studies’de yüksek lisans derecesini tamamlayan Yağcı, doktorasını London School of Economics’te tamamladı. Türkiye’ye döndüğünde İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim üyeliğine başladı. 1978-79 yılında Ankara’da DPT’de Uzun Vadeli Planlar Dairesi başkanlığını yaptı. Bir süre ODTÜ’de ders veren Yağcı, 1979’da Boğaziçi Üniversitesi’ne geçti. Ayrıca Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’na danışmanlık yaptı. Yağcı, 1984-2006 yılları arasında Dünya Bankası’nda araştırmacı, kıdemli iktisatçı ve baş iktisatçı olarak Afrika, Asya, Ortadoğu, Doğu Avrupa ve Orta Asya’da 20’den fazla ülkede makroekonomi, kamu sektörü ekonomisi, ticaret politikası ve adem-i merkeziyetçilik alanlarında çalıştı.

1994-96 yılları arasında Dünya Bankası’nın Hindistan misyonunda ülke ekonomisti olarak görev yaptı. 2001-2003 yılları arasında ABD Ulusal Bilimler Akademisi bünyesinde bulunan Ulusal Araştırma Konseyi’nde komite üyeliği yapan Yağcı, üye süreliği boyunca Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından benimsenen uluslararası çalışma standartlarına uyum sağlama üzerine rapor hazırladı. Emekliye ayrıldığı 2006 yılından 2012’ye kadar çeşitli Dünya Bankası projelerine danışmanlık yaptı.

Doc. Dr.Fahrettin Yağcı, 2013’te en sevdiği mesleği hocalığa dönerek Boğaziçi Üniversitesi’nde “Economics of Income Inequality and Poverty” dersini verdi.

Türkiye’nin önde gelen iktisatçılarından Doç. Dr. Fahrettin Yağcı,  2015 Yılında vefat etti.
Vefatından dolayı Boğaziçi Üniversitesi’nde bir toplantıyla anıldı. Ailesi, meslektaşları ve öğrencilerinin katıldığı anma töreninde sevenleri Yağcı ile ilgili anılarını tazeledi. Hayatını sosyal bilimlere adamış olan Yağcı, uzun yıllar farklı ülkelerde Dünya Bankası için üst düzey görevlerde bulunmuş ve 2013’te en sevdiği meslek olan hocalığa dönerek Boğaziçi Üniversitesi’nde ders vermişti.

2008 Yılında tatil için Türkiye’de bulunan YAĞCI, bebekte bir çay bahçesin de Ben ve Fahrettin YÜCE ile bir araya gelmiştik. Sohbetimiz esnasın da 1970 yıllarda köyden ayrıldığı ve o seneler de köyde elektriğin olmadığı, akan derelerin son derece temiz olduğunu anlatmıştı.

 Sözlerine şöyle devam eden Yağcı, Yakın bir zaman da bir akrabam Rize’ye dolayısıyla oradan da Raşot’u ziyaret etti, bir hafta kadar köyde kaldıktan sonra bana derelerin Kirlendiğini poşet ve atıkların olduğunu söyledi. Bende size söylüyorum Roşot’a gittiğimde dereleri eğratluk ederek (hep bir araya gelerek) Temizleyerek eski haline getireceğiz demişti.

2011 Yılında Doğduğu yer olan Karaağaç Köyüne Gelen YAĞCI ile  Balatta bulunan Alabalık çiftliğinde bir araya geldik ve bizlere şunları anlattı; son olarak Yaklaşık 35 yıl önce köye geldiğini o zamandan bu zamana köyü çok beğendiğini Dünyada çok ülke gezdim bu kadar doğal ve kültürel zenginliği olan hiçbir yer görmedim. Burada sizlerden ricam bu doğanın kıymetini bilerek kirletmeden doya doya yaşamanızdır. Ayrıca kendisiyle 2008 yılında İstanbul’da yapmış olduğumuz bir röportajımızı bana hatırlatarak; Sizinle önceden yapmış olduğum söyleşide bir akrabamın bana ilettiği bilgiye göre köyde dere mahallerin kirlendiğini ve buraları çöp eğratluği ederek temizleyeceğiz demiştim. Şimdi gördüm ki vadimize ait bir dernek belirli noktalara çöp konteynerleri koymuş kirlilik sorununu ortadan kaldırmış.  Bu çalışmayı yapanları kutluyorum dedi.

Sayın Yağcı’ya 3 günlük tatilin yöremizi gezmeye yetmeyeceğini hatırlatınca, çok önemli bir proje hazırlıyoruz, bu projeyi bankada çalışırken bize müsaade etmiyorlardı, şimdi emekli oldum ve bu sorun ortadan kalktı projeyi bitirip Türk Hükümetine sunacağız demişti.

Kendisini Rahmetle anıyoruz.

TÜRKİYE NİNE

0

1978 yılında Balıkesir İstasyonunda elinde bir torba, garip kıyafetli yaşlı bir ihtiyar iner.
İstasyon önündeki taksilerden birine sorar: – “Oğlum, beni Üçpınar köyüne götürü müsün? – “Götürem amca, bin arabaya!”
Şoför oraya doğru arabayı sürerken, Toygar Tepe’ye geldiklerinde yaşlı Adam – Dur..!” der. Dururlar.
Adam taksiden iner, mezarlığa girer, bir ağaca sarılır. Biraz sonra gelir. – “Tamam oğlum, burası bizim köy.
Bu ağaç Hacı Abdullah’ın çetlemiği. Tanıdım. Giderler. Taksi köy kahvesi önünde durur. Yaşlı Adam iner kahveye girer.
Yaşlı adam bir yere oturur. Hiç konuşmadan kahvedekilerin yüzlerine defalarca dikkatle bakar. Kahvedekilerden birisi muhtara gider,
kahveye garip bir ihtiyarın geldiğini, hiç konuşmadan herkesin yüzlerine baktığını söyler. Muhtar hemen kahveye gelir.
İhtiyar Adama: – “Amca, sen birini mi arıyorsun? Sen kimsin? Nerelisin?” – “Kimseyi aramıyorum oğlum ben de bu köydenim.
” – “Amca, ben yirmi senedir bu köyde muhtarlık yapıyorum. Seni tanımıyorum. Kimlerdensin sen?” – “Çok oldu oğlum.
Beni ancak ihtiyarlar tanır. Onları çağırır mısın?” Biraz sonra köyün bütün ihtiyarları kahveye toplanır. Ama kimse geleni tanımamıştır.
İhtiyar Adam sormaya başlar: – “Süleyman Çavuş?”, – “Öldü…”, – “Recep?..”, – “Öldü..”, – “Koca Salih?..”, -Öldü…”, – “Topal Murat?..”, – “Öldü…”, – Eyüp Çavuş..?..”, Yaşlı bir adam yavaşça ayağa kalkar. – “Eyüp Çavuş benim..”.  Bakar… Bakar… Bakar.. Sonra birden gelen misafire sarılır. – “Muhammet (Remzi), sen misin?  Sen misin be? Nerede kaldın bunca zamandır?.. Nerelerdeydin be?..” Eyüp Çavuş tanımıştır geleni.
Yaşlı Adam Anlatır: Çanakkale Cephesinde harp 1916 yılı başında bitince, Gazze Cephesine götürülür, Orada yaralanınca, Halep’de Askerî Hastanesinde tedavi edilirken İngilizler gelir. Halepliler; “Bunlar bizim insanlarımız. İngiliz gâvuru, bunlara eziyet eder.” diyerek yaralıları hastaneden kaçırıp evlerine götürürler. 1918 de olan bu olayın üzerinden yıllar geçer. Bir türlü gelemez bizim askerler.
Üçpınarlı Muhammet de orada kalır. Evlenir, çocukları olur… Ama vatan hasretiyle harıl harıl yanmaktadır. Ancak altmış dört yıl sonra son bir kere daha vatanını görmek arzusu ile Balıkesir’e Üçpınar’a gelmiştir.  Son bir kere daha görmek için… Sorar; – “Bizimkilere ne oldu?.. Yaşayan var mı?.. “Ne olacak bunca zaman, Anan öldü.  Baban öldü. Abin öldü. Ablan öldü. Amcan öldü, Dayın öldü. Karın öldü.
Ama kızın sağ…” – “Neeee? Kızım sağ mı? Aaah benim bir de kızım vardı. Ben gittiğimde on beş günlüktü. Nerede benim kızım şimdi?..” – “Ama kızım beni tanımaz ki?..” – “Bekle… Ben söyleyip geleyim.” Hatça Teyze avluda leğende çamaşır yıkamaktadır.  Eyüp Çavuş telaş içinde avluya girince; – “Hayrola Eyüp Dayı, Ne var?..” – “Hatça kızım, sana müjdeli bir haberim var. Baban geldi… Baban sağ…” Hatça Teyze; – “Iıııııh.!” diyerek bayılır. Biraz sonra ayıltılınca; – “Eyüp Dayı, bu nerden çıktı ? Şimdiye kadar bana hep babamın şehit olduğunu söylediler ya?..” – Kızım gelen baban… Ben tanıdım…” – “Nerede babam?” – “Kahvenin önünde.” Hatça Teyze hemen fırlar. Eyüp Çavuş da arkasından çıkar. Gelen Muhammet (Remzi) Çavuş gelenleri görünce; o da koşarak karşılamaya gelir. Ama ikisi de birbirlerine yabancıdırlar.
Öyle ya hayatın bin bir derdi ile gurbet ellerinde kalmış, bir kızı olduğunu unutmuş birisinin altmış dört yıl sonra yaşlı bir kadın karşısına çıkıyor ve onun kızı olduğu söyleniyor. Altmış dört yıl babasının öldüğü söylenen birisine de, karşısında duran ihtiyar adamın babası olduğu söyleniyor. Karşı karşıya gelip garip bir şekilde birbirlerine bakıyorlar. Biraz sonra Eyüp Çavuş: – “Kızım Hatça, bu senin baban…
Ben kendimden nasıl eminsem, bu adamın senin baban olduğundan eminim… Öp babanın elini!” der. O gece Üçpınar Köyünde bayram yaşanır. Herkes bu yeni duydukları akrabalarını ziyarete gelirler. Muhammet Çavuş on beş gün kadar, köyünde dolaşır.  Tarlalara gider, tepelere çıkar. On beş gün sonra kızına: – “Kızım, ben artık gidiyorum.” Der. Kızı: – “Baba, nereye gidiyorsun? Bu gördüğün her şey senin ya” – “Hayır kızım, Ben artık Halepliyim… Orada kardeşlerin var. Bir oğlum, bir kızım var. Ben sadece bir kere daha yurdumu, vatanımı ölmeden önce bir kere daha görmek için geldim.” Der ve ertesi gün gider. Ertesi yıl gene gelir. Bu sefer oğlunu ve kızını da getirmiştir.
Oğlu Halep’te inşaat mühendisi imiş. Onun adını da “Muhammed Remzi” koymuş. Kahvede kendisine sormuşlar. – “Senin adın Muhammed. Ama oğluna neden kendi adını verdin?” – “Ben vatan hasreti ile yıllardır o kadar yandım ki, ben ölmeden vatanıma kavuşamazsam, adımı hiç değilse oğlum götürsün vatanıma diye kendi adımı verdim ona da…” Kızının adını ne koymuş biliyor musunuz ? O altmış dört yıl hasretini çektiğinin adını koymuş. Dünyanın en güzel adını koymuş. Kızının adı; “TÜRKİYE” Türkiye,

Alıntıdır.

Osmanlıca Kelimeler

0
AmilEtken, Sebep
BarizBelirgin , Tenevvü : Farklılık)
Beyaban Çöl (Farsça) Sahra : Çöl (Arapça)
BilhassaÖzellikle
CüdaÇok Sevilen Bir Şeyden Ayrı Kalmak (Farsça)
EfkarDüşünce, Fikir
ElzemÇok Gerekli , Telakki : Kabul Etme
EvarüsKalıtım Yoluyla Birinden Diğerine Geçme
FaziletErdem
FeragatHakkından Kendi İsteğiyle Vazgeçme
GarabetGariplik, Tuhaflık
GüzideSeçkin
HilkatYaradılış , Fıtrat
HülasaÖzetle, Kısaca
İcabetBir Çağrıya Gitme
İçtimaToplantı
İçtimai Toplumsal
İhsanİyilik Etme
İhtilaf Ayrılık , Uyuşmazlık
İhtiras Aşırı Güçlü İstek, Tutku
İlhakKatma, Bağlama
İlticaSığınma
İnkisârı HayâlHayal Kırıklığı
İnkişafGelişme , Gelişim
İnsiyak İçgüdü
İntiba İzlenim
İntibakUyum
İntikalGeçiş
İptidaiİlkel , Mübalağa : Abartı
İstidatYetenek
İstinatDayanma
İstitratSırası Gelmişken Söylenen Söz
İtidalÖlçülülük , Soğukkanlılık
İtiyatAlışkanlık , Tenkit : Eleştiri
LevazımGerekli Olan Şeyler, Araç Ve Gereçler
MahirBecerikli , Yetenekli
MahiyetÖz, Esas
MamafihBununla Birlikte
Mefhum Kavram , Mazi : Geçmiş , Akıbet : Sonuç
MembaKaynak
Menfurİğrenç , Mahluk : Yaratık (Mahlukat : Yaratıklar)
MeşakkatGüçlük  (Marka : İz Anlamında İtalyanca Kökenli)
MetanetDayanıklılık
MihnetSıkıntı
MugayirAykırı
Muhayyel Hayal Edilen (Hayali) , Tahayyül : Hayalde Canlandırma
MuhtelifÇeşitli , Müteşekkil : Oluşmuş
MukadderatYazgı
MukavemetDayanma, Karşı Koyma
Muntazam Düzenli , Ahenk : Uyum (Farsça) , Mütekabil : Karşılıklı , Teshir : Ele Geçirme
MustehziAlay  Etme
MuvaffakiyetBaşarı
MuvazeneDenge
Muvazi Paralel ( Paralel Sözcüğü Fransızca Kökenlidir. Bilindiği Gibi Osmanlıca Kelimeler Arasında Ve Türkçe’De Fransızca Çok Kelime Vardır.)
MuzdaripIzdırap Ve Acı Çeken
MüfritAşırı (İfrat : Ölçüyü Aşma)
MülakiKavuşan
MüphemBelirsiz , Galebe : Yengi , Muğlak : Anlaşılması Güç
MüsamahaHoşgörü
MüsavatEşitlik, Denklik
MüstehziAlaycı (İstihza : Gizli Ve Kinayeli Biçimde Alay)
MüşahedeGözlem
MüşfikSevecen
MüteessirÜzülmüş, Üzgün
MütefekkirDüşünür
MütemdiyenHiç Ara Vermeksizin, Sürekli Bir Biçimde.
Mütenasip Orantılı
MüteyakkızUyanık, Tetikte
NedametPişmanlık
PeydaBelli, Açık (Farsça) Hasıl : Ortaya Çıkan Görünen
RevaUygun, Yakışır , Tedhiş : Yıldırı
RikkatNaziklik
RiyazetNefsin İsteklerini Kırma
RiyaziyeMatematik
SaikSebep
SakilÇirkin
SalahiyetYetki
SergüzeştMacera
SerzenişYakınma
ŞahikaDoruk
TaassupBağnazlık
TahakkukGerçekleşme
TakimVerimsizleştirme ,  Kıtal : Vuruşma , Birbirini Öldürme
TaltifÖdüllendirme
TasvipOnama , Uygun Bulma
TazipSıkıntıya Sokma, Üzme
TecessüsGörme, Anlama Merakı , Mütalaa : Ayrıntılı Düşünme İle Oluşan Görüş Ve Yorum
TeferruatAyrıntı
TefsirYorumlama
TekerrürTekrarlanma
TemayülBir Tarafa Eğilme, Meyletme
Teşci EtmekCesaretlendirmek , Yüreklendirmek
Tetkikİnceleme , Araştırma
TevekkeliBoşuna
Tezahürat Hastalıklarda Belirtiler” Tdk’Ya Göre. (Burada Belirti Anlamında)
TumturaklıAnlama Bir Şey Katmayan, Bir Anlam Bildirmeyen Ancak Kulağa Hoş Gelen
UmumTüm, Kamu İştirak : Ortaklık (Müşterek : Ortak)
VakarAğırbaşlılık
VakfetmekAdamak
Vasıl OlmakUlaşmak, Varmak
VecizeÖzdeyiş
VeçheYön
VuzuhAçıklık , Aydınlık
YeisUmutsuzluktan Doğan Karamsarlık, Üzüntü
ZailOrtadan Kalkan
ZilletAşağılanma
ZümreTopluluk

İSTİKLAL MARŞI

0

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va’dettigi günler hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arsa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal!

Stresten Uzaklaştıran Hobiler

Değerli dostlar, hayatımızda her insan da olduğu gibi benim ve sizlerin yaşamış veya yaşamak ta olduğu stresten bahsedeceğim.

Elbette stres siz insan olamaz ancak bu hadiseyi büyütmeden kendimizden nasıl uzaklaştırabiliriz onu sizlere yazmaya çalışacağım. Öncelikle ülkemizde insanların senelere göre yaşama biçimleri farklıdır. Mesela 1900 lu yıllarda yaşayanlarla 1950 li yıllar arasında yaşayanlar arasında büyük farklar vardır. Yine 1960 lı yıllarda yaşayanlarla 2019 lu yıllarda yaşayanlar arasındaki farklarda önceki yüzyılda yaşayanlara göre farklıdır.   Biz günümüz olan 2019 yılını anlamaya ve anlatmaya çalışacağız. Günümüzde artık tüketim son derece artmıştır. Her türlü alet, edevat, teknolojik alet,  giyim, kuşam, yiyecek ve içeceklerin ayağımıza kadar sunulması elbette stresli ortamı daha da artırmaktadır. Hesaplamalar bütçeye göre yapılmadığından insanlar kendini stresin içinde bulmaktadır. Elbette stresle ilgili daha çok nedenler vardır.

Peki  Stres ortamını nasıl minimize ederiz.

Öncelikle her insanın bütçesine göre iyi bir hobisi olması lazım. Bu hobileri izinli olduğu müsait günlerde gerçekleştirmesi lazım.

Fotoğraf Çekmek:

Bir tatil günü eşinizi dostunuz la beraber doğa gezisi yapa bilirsiniz. Bu gezi esnasında bolca fotoğraf çekebilir kitap okuyup müzik dinleyebiliriz. Fotoğraf çekme işinde para da kazanabilirsiniz. Fotoğraf güzel anıları saklamak için çok önemlidir. Stresli zamanlarınızda geçmişte yaşadığınız güzel anıları düşleye bilirsiniz bu anılarınız fotoğraf karelerinde saklanmışsa albümlere baka bilirsiniz. Her şeye rağmen hayat güzeldir ilkesiyle kendimizi motive etmeliyiz.   

Karaağaç Köyü

0
 
Karaağaç köyü vadisinden bir görünüm
  KARAAĞAÇ KÖYÜ:

Eski ismi raşot`tur .  1958 ler den önce  Karaağaç, Çeşmeli ve Yıldızeli köylerinin de  ismidir.  1959`da  Çeşmeli daha sonraki yıllarda da Yıldızeli köylerinin muhtarlıkları ayrılmıştır


Karaağac köyüne ulaşım haritası 
Karaağaç köyü Çayeli`nin güneyinde olup şehir merkezine uzaklığı 11 km. dır.Bu yolun 7 km asfalt 2 km si beton  geri kalan 2 km si   toprak yoldur. Köye ulaşmak için Çayeli şehir merkezine gelmeden Büyükköy sapağından girilerek  7 km sonra Büyükköy yolundan ayrılarak Haytef  köprüsünü geçerek köye ulaşılır. Çeşmeli ve Yıldızeli köylerinden`de rahat bir şekilde ulaşım sağlanabilir. Köy Çeşmeli, Yıldızeli. Gürgenli ve Derecik köyleriyle çevrelenmiştir.

Köyün mahalleleri,  Mektep (merkez), Aloğlu , Oksuzli,  Tumasli, Boğosli, Husikaler, Milog, Yukarı sirt, aşağı sirt  Çahdahhor, iniş, ve dalakli. Bu mahalleler yamaç arazi üzerinde dağınık bir şekilde kurulmuştur. Köyün arazisi 17000 dekar civarindadır      Yaklaşık 250 hane vardır. Son yıllarda İlçemizden büyük şehirlere verilen göçten yaklaşık %90 İstanbul olmak üzere  yeterince nasibini almıştır.  Kışın çok mahallede evler kapatılıp geriye kalan hane sayısı  30`u geçmez.  Okuma-yazma oranı % 99’dür. Gelir kaynağı çay  ve arıcılık olup son yıllarda kivi de yetiştirilmektedir.Köyün 1 ilköğretim okulu, 1 sağlık ev’i, 4 adet öğretmen lojmanı ve 1 camisi vardır.

 

Çayeli Derneğinin çıkarmakta olduğu Çayeli dergisi büyük bir beğeniyle izlenmekte, derginin bu ayki sayısında Karaağaçla ilgili tanıtım sabırsızlıkla beklenmektedir.

 

 

 

Köy üç şehit verdi. 1980 yılında Cevahir YILDIRIM nöbet tutarken arkadaşının silahından  çıkan kaza kurşunu ile şehit oldu.
17.08.1993  yılında Muhammet YÜCE   Dicle İlçesi ‘nin İsmail Boğazı mevkiinde arazı taraması  operasyonu sırasında teroristlerle çıkan çatışma sonucunda şehit olmuştur. Şehit olduğunda bekardı.
ŞEHİT Maksut YILDIZ  01.02.1971 yılında karaağaç köyünde doğan acemi birliğini ANKARA Etimeskut`ta  yaptıktan sonra, dağıtımda AĞRI Patnos`a gitti burada 12 aylık askerken izinli olarak köyüne geldi. İzninin bitimine üç gün kalmasına rağmen, kalan altı ayını bitirmek için, usta birliği olan AĞRI  Patnos`a giderken ERZURUM Köprüköy mevkiinde 11.02.1992 de geçirdiği trafik kazası sonucu şehit oldu. Şehit olduğunda bekardı. Bütün ŞEHİTLERİMİZİN ruhları ŞAD olsun.
Karaağaç köyü ilköğretim okulu Muhammet YÜCE` nin  anısına Şehit Muhammet YÜCE ilköğretim okulu alarak değiştirildi. Çevre köylerdeki öğretmen ve öğrenci yetersizliğinden KARAAĞAÇ KÖYU ŞEHİT MUHAMMET YÜCE İLKÖĞRETİM OKULU merkezi okul seçilerek, çevre köylerdeki öğrenciler servislerle bu okulda öğrenimlerine devam etmektedirler.

 

 

 

Köydeki demir ustası Şaban YILDIRIM (topal Şaban):  Köye uzun yıllar  yürüme özürlü olmasına rağmen oturduğu yerde hizmet verdi. Yaptığı malzemeler arasında soba guzina (kuzina) köydeki teleferiklerin bir çok malzemesini de yapardı en güzeli kendisi için eski parçalardan yaptığı 3 tekerli araba idi. Bu araba ile musadağı çay fabrikasına inerken yaptığı kaza sonucu hem arabasını ve arabasında olan arkadaşını kaybetti.
Marangoz Ali KARAKAŞ: Marangoz atölyesi ile köyün büyük ölçüde ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Bir anısına yer vermek istiyorum. Köydeki bir inşaatta,   usta sıva yapabilmek için,  Ali dayıdan kapı kasnağı yapmasını ister ali dayı kasnağı yapıp o inşaata gönderdiğinde kasnaklar yerine büyük gelir, usta hemen kasnağı geri götürür, ali dayı bunu 10 cm küçülteceksin der Ali dayı şöyle bir bakar ve cevap verir “neyse odur siz duvarı kırın”
 

Sıcak demir ustası Ahmet VARELCİ: 1931 yılında eski ismi Rasot yeni ismi Karaağaç köyünde doğan Ahmet usta   1942 yılında üç gen bir eğeyi  biçak yaptırmak için kotiloğlu Ahmet ustaya gider. Bu eğeden biçak olmaz yanıtı alınca köye geri döner. Bu dönem köyde üç yıllık bir okul açılır, çalışmayı ve sanatı seven Ahmet usta,  tercihini okumaktan yana yapıp köyde açılmış okulu birincilikle bitirir. Okula başlamadan önce giysisinin olmadığını söyleyen Ahmet usta bu ihtiyacını dağlardan kestane odunundan yaptığı kömürü kalaycılara satarak ihtiyacını karşılar. 1945 yılında kalaycıda gördüğü körüğü model alarak el körüğü yapan usta,  eski üçgen eğesini daha örsü olmadan balyoz üzerine biçak ve ot orağı yaparak 100 kuruş para kazanan Ahmet usta konuşmasına devam eder. Sırasıyla 1946 yılında Mehmet ustanın yanında 14 ay, kotiloğlu Mustafa`nın yanında da 7 ay çalışıp bu zaman içerisinde kazandığı para ile kendinin dükkan açabilmesi için aletler satın alan usta son olarak ta Kotiloğlu Ahmet ustanın yanında iki sene çalışarak sıcak demir ve kum kaynağı ustası olur. 1950 yılında kendi evinin yanında hizmete başlayan Ahmet usta yıllar geç tikçe kendini sürekli yenileyerek günümüzde kaliteli ev aletleri yapmaktadır.  Yaptığı ev aletleri görünüm ve kalitesiyle dikkatleri çekmektedir. Ahmet ustanın yaptığı aletlerden bazıları: Balta, tahra, ot arağı, çay orağı, çay makası, keser ve bıçak.

Bu bilgileri bize ulaştıran Ahmet ustanın oğulları, Mustafa ve Ramazan`a   şükranlarımızı iletiyoruz

 

 

 
Ramazan KARAKAŞ
Köyde bugüne kadar  muhtarlık yapan kişiler: İdris KARAKAŞ sefer birlik zamanı, Hazma BOĞAZ, Eyüp BOĞAZ,  Habib ALOĞLU,  Mehmet ziya YILDIRIM,  Selahattin  YIDIRIM,  Mehmet ziya YILDIRIM 1958-1994(uzun donemler muhtarlık yaptı), Yahya ALOĞLU1994-1999 ve Ramazan KARAKAŞ 1999-

Bu bilgiler eski muhtar Mehmet ziya Yıldırım`dan alındı


Eski muhtar Mehmet Ziya YILDIRIM

 

 

Köyde kullanılan soy isimler , Memişoğları (Şimdiki Yıldırım soy isimlerinin büyük bir kısmı) Yıldırım, Boğaz Topçu, Öksüm. Yağcı, Demir, Karakaş,  Yüce, Aloğlu, Turan, Bilgin, KILIÇ, Demirkapi Varelci, Şimşek, Yıldız, İpekçi, Eğribıçak, Petekçi, yazıcı, Hacı Cevahiroğlu ve Şekerci  Soyisimleri kullanılmaktadır.
Karaağaç Köyü 1972 yılında elektriğe Selahattın Yıldırım ve Yunus Yüce öncülüğünde kavuştu. Köye elektrik gelmeden önce 1967 yılında Rahman İpekçi dereye kurduğu  değirmen tarzındaki (dinamo)  ile elektrik üreterek kendi ve yakın komşularının evini aydınlattı.

 

*Köy sınırları içerisinde, toplam yedi değirmen vardı. İsimleri şöyle: çaydohhor değirmeni, caminin altı değirmeni, öksuzli değirmeni, taş değirmen, husikalar değirmeni, konçol dede değirmeni ve gomelevat değirmeni.  günümüzde bu değirmenlerden bir tanesi ayakta kalabildi oda husikalar değirmenidir.

 

Yandaki resimde husikalar değirmenin iç kısmı gözükmekte

 

 

 
 
Fıkra gibi:

Köye ilk telefon 1984 yılında geldi bu telefonlar bilindiği gibi manuel santralle evlere bağlanırdı. İstanbul`da olan oğlu köyde annesinin evine telefon bağlandığını öğrenince hemen telefona sarılır karşısına köyün santraline hizmet veren terzi Ahmet (rahmetli) çıkar Ahmet abi`ye halini hatırını sorduktan sonra “abi ya annem evde mi? şunu bi bağla da sesini bir duyayım” der. Ahmet abi hemen annesinin telefonuna zil çaldırmaya başlar, telefonu açan annesi telefonda “alo” diye bir ses duyar, anne bu sesi hemen tanır ve şöyle der: “ben alo deyilim ananım anan! ”

Bu bilgiler  Çayeli ve köylerini tanıtımını yapmaya çalışan  www.rasot.com  sitesi yapımcısı tarafından  hazırlandı

İslam BİLGİN

 

Rize Mandalinası

0

RİZE – Mandarina, mandarin, mandalin, mandalina “citrus reticulata” veya “citrus unshiu marcovitch” yada Tangerine adı ne olursa olsun, kalıbına göre fazla ön plana çıkmayan ve görünüşüne göre ise pek fazla önemsenmeyen, portakaldan daha küçük, toparlak veya yassı, sarı-turuncu renkli, suyu tatlı ve hoş kokulu ince kabuklu C vitamini deposu, bazı kaynaklarda mucize meyveler arasına sokulan bir narenciye türüdür.

Rize ile bağlantısı, Çin’den başlayan yaşamöyküsüyle bağdaştırılır. Ama asıl dünyaya yayılması ve tanınması Japon kültüründeki yeri ile gelişmiştir, Rize ile de ününe kavuşmuştur. Rize ile tanışması ise 1900’lere dayanıyor. Ancak ne şekilde, hangi düşünce ve hedeflerle Rize’ye kadar uzanmıştır bu mayhoş tatlı meyvenin hikayesi kesin olarak bilinmemekte veya belgelenememektedir. Düşünsel hikayelerle boyutlandınsa da Rize’deki iklimsel yapının, Uzak Doğu’nun bu efsunlu ülkelerindeki doğal ve iklimsel yapı ile örtüştüğü bir çok üründe kendini göstermiştir. Mandalinanın yanında çay ve kendir bu ürünlerden sadece ikisidir.

Ülkemizde yaklaşık 20’ye yakın çeşidi bulunan mandalinanın en ünlü çeşidi ise hiç kuşkusuz “Rize mandalinası” olarak anılan “satsuma” cinsi olanıdır. Rize’ye getirildikten sonra tüm ülkeye ve özellikle de Akdeniz ve Ege bölgelerinde yaygınlaşan satsuma türü mandalina, aynı zamanda Türkiye’de en çok yetiştirilen ve dışarıya ihraç edilen mandalina türüdür. Ancak, genellikle Rize’den göç eden insanların gayretleriyle ulaştırıldığı bölgelerde Rize’den daha fazla yetiştirilmeye ve ekonomik değer kazandırılmaya başlandığı ve o bölgelerin iklimsel ve doğal özellikleriyle yetiştirildiği için üretildiği bölgelerin adıyla da anılır olmuş Rize mandalinası. Gümüldür, Mersin ve Bodrum mandalinası gibi…

Dünya üzerinde eşi çok az bulunan, ince kabuklu, tatlı, çekirdeksiz ve yerli türlere oranla oldukça kaliteli bir meyve olan Rize mandalinasının diğer bir üstünlüğü ise erken dönemde meyve vermesi ve olgunlaşmasıdır. Çok soğuğa ve yüksek sıcaklıklara dayanıklı, ince kabuklu, kolay soyulan, etli ve bol sulu, hoş aroması olması ise diğer özellikleri arasında yer alır. Ayrıca bu özelliklerin sadece Rize’de yetişen türlerde olduğunu da belirtmek gerekir. Rize’nin toprağından çıkan siyasetçilerin zaman zaman bozulduğu gibi olmasa da bu tür ürünlerde de özellik açısından bozulmalar olabiliyor.

Yaz kış yeşil olan Rize mandalinası ağaçlan, genelde bir arada bulunan kümeler halinde yerleştirilmiştir bahçelere. Koyu yeşil bedenine yapışık aynı koyuluktaki sivri uçlu, ince uzun ya da oval şeklindeki yapraklarının arasından kendine ışık bulan beyaz ve hoş kokulu çiçekleri ile ayrı bir ferahlık saçar etrafına.

Rize’ye getirildiği yıllarda Rizelilerin pek aşina olmadığı, hatta süs bitkisi olarak da bakılan

Satsuma mandalinalar yöre insanının tez canlılığına yakışır bir şekilde erkenden olgunlaşıp meyve vermeye başlayınca kendine özgü bahçeler oluşturulmaya başlanmış, ilk sıralar teker teker bahçelere dikilen mandalina ağaçlarının yaygınlaşması ile Rize kültüründe de yerini almış, atma türkülere kaynak oluşturmuştur. Özellikle kurtuluş savaşı yıllarına denk gelen Rize mandalinasının yöreye gelişi, daha sonraları bölgede diğer narenciye çeşitleri olan portakal, limon ve greyfurt gibi ürünlere de zemin hazırlamış. Ancak bu ürünlerin yetiştirilmesi mandalina kadar yaygın boyutlara ulaşmamış. Cumhuriyetin kuruluşunun ardından özellikle de sahil kesimlerinde oluşturulan mandalina bahçeleri, yöre insanının bütçesine ekonomik katkılar da sağlamaya başlamış. Çay tarımının bölgede yaygınlaşması ile mandalina yetiştiriciliği geri planda kalınca üretimi yıldan yıla düşmüş.

Sahil kesimindeki İyidere, Derepazarı, Merkez, Çayeli, Pazar Ardeşen ve Fındıklı’da oluşturulan bahçeler yetiştirilen mandalinalar günümüzde çoğunlukla ailelerin kendi gereksinimleriyle sınırlı kalmış. Üretimde önemli ticari yüklenimler olmadığı için kaç ailenin veya üreticinin genel anlamda üretim yaptığına dair kesin veriler bulunmamaktadır. Örneğin, 1963 yılındaki verilere göre bu bölgelerde toplam 4 bin 210 dönümlük bir arazide 223 bin ağaçta 67 milyon 801 bin meyve elde edildiği bilgisine ulaşıyoruz. Yine aynı verilere göre ise aynı yıl bin tonluk bir ihracat gerçekleştiriliyor, elde edilen gelir ise 24 milyon 164 bin lira. Diğer bir veri kaynağına göre ise 1970 yılındaki mandalina üretimi bin 492 ton. Bu rakam ise ülke genelindeki üretimin ancak yüzde 1 ‘ini karşılıyor. Oysa bu gün, ülke genelindeki 2.3 milyon tonluk narenciye üretimindeki yerinden dahi söz edilemiyor.

Cumhuriyet döneminde üretiminin yaygınlaştırılması amacıyla çalışmalar başlatılan ve bir anlamda ‘cumhuriyet ürünü’ olarak değerlendirilen çayın Rize ve civarındaki önemli ekonomik katkısı, çay yetiştirilen alanlardaki sebze ve meyveciliğin azalması gibi mandalina yetiştiriciliğini de geri plana itmiş. Toprağın yanlış kullanımının da etkisi ile bu gerileme, özellikle de son yıllarda çayın artık ailelerin geçimini sağlamaya

 

Rize ‘ye mandalina, gel salina salina… Kurban olayim yavrim o selvi boylaruna.

 

yetmemesi ile başlayan alternatif ürün arayışlarıyla biraz olsun durdurulmuş. Yapılan çalışmalarla mandalina üretimindeki artış özellikle de 1990’lı yılların sonu ile 2000’li yıllarda rekolte beklentilerine de yansımış. Eldeki Rize Ziraat Odası verilerine göre 2002 yılında 3 bin tona yakın bir mandalina üretimi gerçekleştirilirken, 2007 yılı rekolte beklentilerinin ise 4 bin tona yaklaştığı kaydediliyor. Bölgede-hasat işlemine başlanan mandalinanın kilosu kalitesine göre tarlada 25 ile 75 YKR’den alıcı bulurken, piyasada ise 50 YKR ile 2 YTL arasında satılıyor.

Mandalinanın ekonomik getirilerinin yanında sadece ülkemizde değil, başta Japonya olmak üzere Çin, ABD ve diğer üretici ülkelerde de sağlık alanındaki etkileri de üretilmesindeki önemli etkenler arasında yer alıyor. Özellikle de Satsuma cinsi mandalina üzerindeki araştırmalar, C vitamini deposu olarak değerlendirilmesinin yanında meyvelerinde bulundurduğu şeker ve organik asitler üzerinde de yoğunlaştırılmış. Araştırmalarda kanı .temizlediği, sinirleri yatıştırdığı, damar sertliği ile felce iyi geldiği ve grip tedavisinde de yararlı olduğu kaydediliyor. Besin değerinin yanında vücudun direncini arttırması, içerdiği yüksek orandaki potasyum nedeniyle yüksek tansiyonu düşürmeye yardımcı olduğu, kötü kolesterol düzeyini düşürdüğü, kılcal damarlardaki kan dolaşımını hızlandırdığı, damar hastalıklarına karşı vücudu koruduğu ve bunlarla bağlantılı olarak kalp hastalıklarına karşı şaşırtıcı bir ilaç olma özelliği taşıdığı da araştırma sonuçlan arasında yer alıyor. Doğal olarak da sağlığa karşı bu etkilerinden yararlanılması için öncelikle yenmesi ama taze olarak istenildiği kadar tüketilmesi gerekiyor.

Mandalinanın sağlıklı yaşam için etkileri bunlarla da kalmıyor elbette. Örneğin, içerdiği antioksidan maddelerle bedenin kansere yakalanma rizikosunu azaltıyor. Japonya’da yapılan iki farklı araştırmaya göre; mandalina yiyenlerin kansere yakalanma riski azalıyor. Mikkabi kasabasında düzenli olarak turunçgillerle beslenen bin 73 kişi üzerinde yapılan testlerde ortaya çıkan sonuçlara göre; mandalinada bulunan ve ona turuncu rengini veren ‘karoten’ maddesi, insanlarda karaciğer hastalıkları, damar sertliği ve şeker hastalığı riskini azaltıyor. Kyoto Üniversitesi’nde yapılan diğer araştırmada ise mandalina suyu içen hepatit hastalarının, karaciğer kanserine yakalanmadıkları tespit edildi.

Kabuğundan esans da çıkartılan satsuma cinsi Rize mandalinasının en önemli özelliği ise bol sulu ve çekirdeksiz olması.

 

Hey Gidi Yaylalar

0

Yaylalar çocukluğumdan beri beni çok etkilemiştir. Yetmişli yıllarda yaylada çok kaldım.nMayıs ayı içinde yaylaya giderdik. Kaç yaşımda olduğumu hatırlamıyorum, ama anam beni yaylaya kocakarı annemin yanına yerleştirdikten sonra köye dönüyordu. Kocakarı annem aslında babamın halası hiç evlenmeden babam ve amcamlara bakmış, onu da çok severdim. Beni mutlu edebilmek için elinden ne gelirse yapardı sabahları kesinlikle erken kaldırmazdı kendisi yiyebileceğim yemekleri yanıma koyar komşu teyzeye tembih ettikten sonra inekleri otlatmaya götürürdü. Bir akşam üstü kocakarı annem eve geldikten sonra ineklerin ihtiyaçlarını giderdikten sonra beni bir tekneye koyarak yıkar sonra bir de bana ve kendisine yetebilecek kadar süt caşı yapar ve bu yemeği benim önüme koyar sen yemeye başla der bana ben de namazımı kılayım. Ben caj’a kaşığı attıkça tadı daha da hoşuma gider yedikçe yiyesim gelen ben kocakarı annem namazı bitirmeden  ben caj’ı bitirdim. Anam namazdan sonra bir bakar tavada hiçbir şey kalmamış. O yemeği bitirdiğim için nekada mutlu olur onu anlatamam sizlere Allah Nur içinde yatırsın.

Vartevorcular Bir süre yaylada kalıp dinlenirler, tekrar köye dönerlerdi ve yaylaya gelirken köyde yenebilecek ne varsa kimi sırtında, kimi katırlara yükleyip getirirlerdi. Yaylada olan arkadaşlarla birlikte bu kalabalığı karşılamaya giderdik. Yaylada köy yolunun görülebildiği bir tepeye çikar oturup beklerdik. Ormanın arasından katırların boynuna takılan çingirak sesi duyulunca vartevorcuların yaklaştığını anlardık. Katırları da güzel süslerlerdi. Nazar boncukları ile birlikte çanlar ve zillerin kombinezonu olan çingirak takımı üç dört kilometre uzaklıktan duyulurdu.  Çok sesli bir orkestra gibi ahenkli çalardı. Ter içinde kalmış vücutlarından dumanlar çıkardı. Ormanın bitiminde ve yayla çimenlerinin başladığı bayırda taş oluklardan akan soğuk sudan insanlar, uzun ağaç avzondaki sudan katırlar doya doya içerdi. O zamanlarda katır ve atlar belki de arabalardan daha değerliydi.

Kalabalığın arasında anamı bulur, kucaklar,  ardından bana ne getirdiğini kontrol ederdim. Bu arada vartevorcular yaylaya tulum sesi silah sesi eşliğinde yol almaya devam eder. Yaylada yaşan yaylacıların hemen hemen hepsinin misafirinin olduğu bir zamandır. Bu zaman içerisinde öncesinde yaylacıların biriktirmiş olduğu kaymaklar köyden gelen bu grup tarafından yağlara dönüştürülürdü işler tamamlandıktan sonra kadınlar ve erkekler müsait bir evde toplanır başlarlar türkü söylemeye. O türkü söylenen evde kaymaklar yayıklara konur kızlı erkekli gruplar daha erken yağa dönüştürebilmek için yarış ederler. Bu yarış atma türkü söylenirken öyle kızışır ki karşı grup yarışı kazana bilmek için hilebazlığa başvurur. Bu grup yarışı önde götüren arkadaşlarının yayığına kaymak yerine şerad(Kaymak yağ olduktan sonra geri kalan su) koyar. Yarışmayı önde götüren erkekler türkü ve gecenin güzel atmosferine kendilerini kaptırarak asılırlar yayığa fakat kan ter içindeler yayık ne kadar seri git se gelse de bir türlü yağ olmaz. Bu hadise erkekler tarafında çok sıkıntılı bir durumdur. Sonunda iş anlaşılır yarışma kızların zaferiyle biter. Bu yazımda vartevor ne anlama gelmektedir onu da anlatmaya çalışayım: yayla sezonu yaklaşık üç aydır yaylacıların yaylaya il gelişine yaylaya yaz göçü denir. Yaylada 1,5 ay kaldıktan sonra biriken iş ve kaymakların yağlara dönüştürebilmesi için köyden akrabaların topluca yaylaya hem gezmek hem de yardım için gelmelerine ve yapılan şenliklerin tümüne vartevor denir. Kış ayı yaklaştığında köye dönülmesine güz göçü denmektedir.

Yaylada olan vartevorcular toplanarak yakında olan diğer yaylalara giderek o yaylalara gelmiş insanlara misafir olurlar. Aynı zaman da diğer yaylalarda olan gruplar bizim yaylamıza gelerek bizlerin misafiri olur. Bu gruplara bizler elimizden gelen en iyi hizmeti vermeye çalışırız.

İki Oda Bir Salon Hayatlar…

0

Börekleri yiyip, çayları içip, sigaraları tüttürdüğümüz sohbetlerimizde ahkâm keser, ülkeyi krizlerden, sıkıntılardan kurtarır; tuttuğumuz takımı şampiyon yapar; haftanın TOP 10 listesini belirler, olması gerektiğine inandığımız her şeyi yaparız. Yeri geldiğinde en iyi, en başarılı olarak kendimizi lanse eder, kendimize toz kondurmayız. İdeal olarak ise,
çok değil(!) bir ev, bir arabam olsun deriz ve mütevazî kişiliğimizle övünürüz.
Kamu yararına yaptığımız işlerde ise en ufak bir engelde mücadele etmeye yerine sistemi suçlar ve kabuğumuza çekiliriz. Suçladığımız sistemdeki aksaklıkları doğuran art niyetimizi saklar bundan dolayı zekamızla övünürüz. Yapılan işleri engellemek en büyük hünerimiz, iş yapanın dedikodusunu yapmak ise asli vazifemiz. Koskoca altmış yıllık ömrümüzde elle tutulur, gözle görülür, dişe dokunur bir şey yapmadan göçer gideriz.
Yani hayatımız iki oda bir salon için…

Başarının yolu belliyken bu yolda askerimiz olan azim ve istikrarlı çalışma hep keyfimize yenik düşer. Zevkimiz için çanak kırar, havaya silah sıkar, Rize’ye çay içmeye gideriz ama öğrenciysek yazılılara son gece, üniversite sınavlara ise son hafta çalışırız. Bir ton dua ettirir başarı bekleriz ama asıl duanın gayret edip çalışmak olduğunu düşünmeyiz.Hatalarımızı şeytana yükler ama şeytana parmak ısıttıracak şeytanlıklar yapmaktan da geri durmayız.
Hep geçmişimizle övünürüz ama iki yüz yıldır kaç tane dehâ yetiştirdiğimizi, ecdâdımıza layık birer evlat olup olmadığımızı aklımıza getirmeyiz. Yetiştirdiğimiz üç beş dehâyı da nasıl harcadığımızı övünerek anlatırız. Evde ve işyerinde monoton bir hayatımız var. Hayatımızı anlatmaya ne hacet. Bizimkisi”Sabah sekiz, akşam altı mesailik hayatlar…”

Amerika uzaya uydu gönderip fotoğrafımızı çeker bize buradan poz verip el sallamak düşer. İspanya’yı fetheden Tarık bin Ziyad “Boş zamanlarımda askerlik yapıyorum, asıl işim ilim öğrenmektir” der ve matematik çalışırdı. Biz asıl işimizi eğlenmek olarak belirler arada sırada çalışırız.

Ah, şu iki oda bir salon hayatlar!… Aceleciliğimiz, tembelliğimiz, “hemen olsun” isteyişimiz. Maraton koşusunda yüz metre koşmayı yeterli gören kısır düşüncemiz. “Biri yapsın da, biz peşinden gideriz” anlayışımız.

Hep okuduğumuz, öğrendiğimiz geçmişi hayal etme yerine, geçmişten güç alarak geleceğe gözünü diken dâhi insanlar yetiştirmeliyiz. Ülkede neyin yolunda gitmediğini, neyin gittiğini tespit ederek ömür tüketen insanlardan bıktık. Artık bize işleri yoluna koyup, keşifler yapıp, geçmişi aratmayacak dâhi insanlar gerek. İki oda bir salonluk hayatlar yerine tüm memleketi tek bir hane gibi gören hayatlar istiyoruz.